
Zehir Altın Kasede Sunulur
(İstanbul Sözleşmesi Gerçeği)
İstanbul sözleşmesi olarak bilinen ve kamuoyunda uzun uzadıya tartışılan uluslararası nitelikteki sözleşmenin asıl adı “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi”dir. İstanbul’da imzalandığından bu adı almıştır denilmektedir.
Öncelikle, Avrupa ile “bu ülke” arasındaki mücadele, batılın hak ile mücadelesidir. Tanzimattan beri Osmanlı aydınının! fikirleri, iki noktada düğümlenmektedir : Avrupalılaşmak ve köklerinden uzaklaşmak…Yüz elli senelik ifsadın neticesi ise ne batılı ne Türk…Fikir dünyasından uzaklaşmış, köklerinden kopmuş bir yığın.
Milletten, peyder pey yığına dönüşen toplum, karşısına çıkan gerçeği anlamakta zorluk çekmekte, doğrusu pek de ilgilenmemektedir. Maske yırtılmasa hala bize afetti denilen o yüz, yeni maskelerle karşımıza çıkmakta ve her seferinde aldanmaya devam etmekteyiz. Dün olduğu gibi bugün de bizden görünenler vasıtasıyla, milletimiz zehirlenmekte ve zehir, altın kasede sunulmaktadır.
İstanbul sözleşmesi adıyla anılan sözleşmenin asıl amacının, kadına karşı ve aile içi şiddetin önlenmesi olduğu ifade edilmektedir. Altın kase, “kadına karşı şiddet” lafzı olup, tüm zehir satır aralarına derç edilmiştir. Ayrıntıya girmek gerekirse,
Sözleşmenin 1/1-c bendinde “aile içi şiddetin tüm mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı bir çerçeve, politika ve tedbirler tasarlamak” sözleşmenin maksatları arasında sayılmıştır. İlk bakışta maddede hiçbir sıkıntı fark edilmemektedir. Aile içinde yaşanan sıkıntının giderilmesi, devletin görevleri arasında sayıldığı zan edilmekte ve madde gayet masum durmaktadır. Ancak, sözleşmenin 3. maddesinde tanımlar kısmını incelediğimizde “aile içi şiddet” tanımından ne anlaşılması gerektiği ifade edilmiştir. Buna göre; “eylemi gerçekleştiren, mağdurla aynı ikametgahı paylaşmakta olsun veya olmasın veya daha önce paylaşmış olsun veya olmasın, aile içinde veya aile biriminde veya mevcut veya daha önceki eşler veya birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik şiddet eylemleri” aile içi şiddet olarak değerlendirilecektir. Görüldüğü üzere birlikte yaşayan bireyler arasında meydana gelen fiziksel, cinsel, psikolojik ve ekonomik şiddet, sözleşmenin koruma alanına girmekte ve gerekli tedbirleri almak, devlete yüklenmektedir.
Birlikte yaşayan birey lafzına aynı evi paylaşıp, ahlaka aykırı sapkın hayat süren erkek-kadın, erkek- erkek ve kadın kadın ilişkileri dahildir.. Başka bir anlatımla iki erkek ya da iki kadın aynı evi paylaşıp, birbirlerine yönelik cinsel şiddet ya da psikolojik şiddet uyguladığında, devletin bu ahlaka aykırı fiileri işleyenleri cezalandırmak bir yana sanki karı koca ilişkisi mevcutmuş gibi önlem alma yükümlülüğü devreye girmektedir.
Yine sözleşmenin ikinci maddesinde sözleşmenin kapsamı ifade edilirken “bu Sözleşme, aile içi şiddet de dahil olmak üzere, kadınları orantısız bir biçimde etkileyen, kadına karşı her türlü şiddet için geçerli olacaktır. ” denilmektedir. Demek ki aile içi şiddet durumunda sözleşme doğrudan tatbik edilecektir. Aile içi şiddet tanımında ise anlaşılması gerekeni yine sözleşme açık ve net bir şekilde tanımlar kısmında belirttiğinden, hiçbir duraksamaya sebebiyet vermeyecek şekilde, ahlaka aykırı ilişkilerin de sözleşmenin kanatları altında olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Bu sözleşmeyi KADEM gibi İslami bir görüntü vererek, müdafaa edip kadın haklarını savunduğunu ifade edenlerce övülmesinin ya da sözleşmeyi bir kez bile incelemeden televizyon önünde saatlerce sözleşmenin faydalarından bahseden tesettürlü siyasilerce savunulmasının, hiçbir kıymeti harbiyesi bulunmamaktadır. Müslümanların arasından seçilen tellallarla, sözleşmenin sözde faydalarından bahsedilmesi klasik keklik tuzağıdır. Akademik kariyer yapan bir kısım hukukçular, teknik olarak tellallara destek çıkmakta ve sözleşmenin faydalarından bahsetmekte, sözleşmenin toplumun genel ahlakına aykırı olmadığını belirtmektedir. Hepsinin gözü zehir yerine altın kaseyi görmekte ve altın kase için zehri bu millete içirmeye gayret etmektedirler.
İkinci tuzak kavram ise “toplumsal cinsiyet”tir. Sözleşmenin 3/1-c.’de toplumsal cinsiyet kavramından ne anlaşılması gerektiği şu şekilde izah edilmiştir : “toplumsal cinsiyet, herhangi bir toplumun, kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler olarak anlaşılacaktır”. İzah maddesinin kendisi dahi çözülmeyi gerektirecek bir problem olarak karşımıza çıkmaktadır. Maddeyi şerh etmek gerekirse, karşımıza çıkan ilk problem, herhangi bir toplum ibaresidir. Maddede geçen, herhangi bir ibaresi ile millet olarak tanımlanan insan unsurunun dışında küçük grupları da içine alan, dar planda belli kesimleri de kapsayacak şekilde düzenlendiğini görüyoruz. Örneğin belli grup ve yapılaşmaların, kadına ya da erkeğe yükledikleri anlam ve roller açısından, madde kapsamında toplum olarak değerlendirilebilecektir. Madde kapsamına giren ve toplum olarak adlandırılan gurupların kadınlar ve erkekler için uygun olduğunu düşündüğü ve sosyal anlamda oluşturulmuş roller, davranışlar, faaliyetler ve özellikler, toplumsal cinsiyet olarak değerlendirilecektir.
Toplumsal cinsiyet paradigması Amerikalı biyolog, entomoloji ve zooloji profesörü olan Alfred Kinsey’in cinsel yönelim adlı teorisine dayanmaktadır. Alfred Kinsey, pedofil , ensest ilişkiler, zoofili gibi sapkınlıkların insanın doğasında olduğunu, insanın içgüdülerinden olduğunu ve serbest bırakılması gerektiğini ifade etmiş bir sapkın olarak bilinmektedir. Kinsey’in raporlarıyla ilgili asıl trajedi, pedofiliye bilimsel destek sunmasıdır. Toplumsal cinsiyet kavramının kökeninin, Kinsey’in görüşlerine istinat ettiğini düşünecek olursak, neler amaçlandığını da az çok anlayabileceğimiz kanaatindeyiz.
Toplumsal cinsiyet kavramının yansımalarına ilişkin değerlendirmede bulunmak gerekmektedir. Örneğin milli ve manevi değerlerine bağlı olan milletimizin önemli bir kesimi, toplum olarak kabul edildiğinden, bu kesimin genel ahlaka aykırı olarak gördüğü, erkeğin kadın gibi davranması, giyinmesi, cinsel tercihte bulunması, toplumsal cinsiyet kavramı içinde mütalaa edilecek ve sözleşme kapsamında korunması gerekecektir. Zira maddeye göre, insanın bir biyolojik cinsiyeti mevcut olup, yaratılıştan gelen çift cinsiyet tarzında olan kişiler istisna edilirse, insanlar kadın ve erkek olarak kategorize edilmektedir. İşte biyolojik olan kadın veya erkek olan insana, genel ahlak ve örfün, dini kuralların yüklediği bazı imgelere karşı mücadele edilmesi sözleşme kapsamında zorunluluktur. Daha ayrıntı olarak ifade etmek gerekirse,
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir kısım hadislerine göz atalım: “Resûlullah (s.a.v.), kadınlaşan erkeklere ve erkekleşen kadınlara lânet etti.” (Buhârî, Libâs 62. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Libâs 28; Tirmizî, Edeb 24; İbni Mâce, Nikâh 22) “Resûlullah (s.a.v.), kadınlara benzemeye çalışan erkeklere ve erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etti.” (Buhari, Libâs 61) “Resûlullah (s.a.v.), kadın gibi giyinen erkeğe, erkek gibi giyinen kadına lânet etti.” (Ebû Dâvûd, Libas 28; bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, 2/325) Görüldüğü üzere, dinimiz açısından erkeğin kadına benzemesi ya da kadının erkeğe benzemesi lanetlenmiştir. Haliyle bir mümin, erkeğe benzeyen bir kadın gördüğünde ya da tam tersi olarak kadına benzeyen bir erkek gördüğünde, hem fikren hem ruhen, bu halden zarar görmekte ve yaşadığı toplum içinde, bu tip ahlaksızlıklara müsade edilmemesini haklı olarak talep etmektedir. Ancak, halihazırda yürürlükte olan İstanbul sözleşmesine göre, dindar müslümanların bu bakış açısı, erkeğe ve kadına belli dini kalıplar içinde roller yüklemesi sebebiyle sakıncalı olup, önlem alınması gerekmektedir. Gerçekten de sözleşme kapsamında mücadele edilecek toplumun başında inananlar gelmektedir.
Yine sözleşmesinin 4. maddesinin 3. fıkrasında, kişilerin cinsel yöneliminden kaynaklı ayrımcılığa tabi tutulması yasaklamaktadır. Yani, hayasızca eylemlerde bulunan bir eşcinselin fiili, cinsel yönelim olarak kabul edilecek ve toplumun bu kişiye yönelik ayrımcılık yapması yasaklanacaktır. İlerleyen süreçte bu ayrımcılık yasağının pratik görünümleri ile karşılaşacağız. Misal olarak, günümüzde, belli sayıda işçi çalıştıran büyük firmalar belli kotalarla hükümlü ve engelli çalıştırmak zorundalar. Bir zaman sonra, eşcinsellere de aynen hükümlü ve engellilere yönelik uygulanan pozitif ayrımcılık uygulanabilecek ve çok dindar bir firma sahibi, eşsincel işçi çalıştırmak zorunda kalabilecektir. Ya da siyasi partilerin belli üye sayıları ile eşcinsel üyeye sahip olacağı şartı getirilebilecektir. Yavaş yavaş toplumun tüm kademelerinde, cinsel yönelim özgürlüğüne dayanılarak, eşcinsellerin varlığı yadsınamaz oranlara ulaşacaktır.
Sözleşmeyi, milletimiz açısından yararlı olduğunu ifade edenler, tüm bu izahlara cevap getirmemekte, kadına karşı şiddet kavramı altına sığınmaktadır. Onlara göre sözleşme, kadına karşı cinayetlerin önündeki en büyük engeldir. Ancak, kadına karşı şiddet kavramı altında ailenin yok edilmeye çalışıldığı hiç düşünülmemekte ve sözleşmeye istinaden çıkarılan 6284 sayılı kanun ile kadınların korunduğu zan edilmektedir. Halbuki, sözleşme imza tarihi ve hususiyle sözleşmeye istinaden çıkarılan 6284 sayılı kanunun yürürlüğünden itibaren, kadın cinayetleri ciddi artışlar göstermiştir. Kadın cinayetlerin önüne geçmek bir yana, sözleşmenin toplumun ayarları ile oynanması, kadını erkeğe erkeği kadına düşman etmiştir. Fıtrata tamamen ters ve toplumumuzun dinamiklerine aykırı olarak, kadının erkeğe emanet olduğu bilincinin tamamen dışında, erkeğin kadına düşman olduğu ve adeta vahşi bir yaratık olduğu varsayımına dayalı olarak düzenlenen 6284 sayılı kanun ile erkek kurt, kadın kuzu kabul edilmiş ve kadının talebi ile erkeğin doğrudan konuttan uzaklaştırılması genel hukuk kuralına dönüşmüştür.
Peki kadına karşı şiddet kavramından ne anlamamız gerekecektir. Sözleşmenin 3/1-a’ya göre ““kadına karşı şiddetten, kadınlara karşı bir insan hakları ihlali ve ayrımcılık anlaşılacak ve bu terim, ister kamu ister özel yaşamda meydana gelsinler, söz konusu eylemlerde bulunma tehdidi, zorlama veya özgürlüğün rastgele bir biçimde kısıtlanması da dahil olmak üzere, kadınlara fiziksel, cinsel, psikolojik veya ekonomik zarar ve acı verilmesi sonucunu doğuracak toplumsal cinsiyete dayalı tüm şiddet eylemleri olarak anlaşılacaktır”. Görüldüğü üzere, psikolojik ve ekonomik zarar, şiddet olarak telakki edilmektedir. Örneğin erkeğin karısını kıskanması psikolojik olarak kadına şiddet olarak değerlendirilecektir. Ya da, asgari ücretle evine ekmek dahi almakta zorlanan kocadan, 500 TL’lik ayakkabı isteyen karısına para vermemesi ekonomik şiddet olarak değerlendirilebilecektir. Gerek sözleşme, gerek 6284 sayılı kanun, toplumun en önemli yapı taşı olan aileyi doğrudan hedef almış ve gerekli başarıyı da sağlamıştır. Kadın, demekten korkan hukukçular, siyasiler, bu meselenin çözümünde gerekeni yapmak yerine, kadınlara ne denli haklar sağlandığını, ne tür pozitif ayrımcılıklarda bulunulduğunu, kaç erkeğin evinden uzaklaştırıldığını gururla ifade etmekten çekinmemektedir.
Son olarak konuyu kapatmadan önce İstanbul Sözleşmesinin 66. maddesi gereğince kurulan kadınlara yönelik ve aile içi şiddete karşı mücadele uzman grubu GREVİO’dan bahsetmek gerekmektedir. GREVİO’nun 15 Ekim 2018 tarihinde yayımlanan Türkiye raporunda, birinci bölümün b bendinin 22. paragrafında açık bir şekilde eşcinsel kişilere hoşgörüsüzlük ile yaklaşıldığını, ayrımcılığa maruz kaldığını belirtmiş ve Türkiye’de lezbiyen, biseksüel ve trans kadınlar yüksek düzeyde önyargı ve ayrımcılıkla karşılaşmakta olduğunu, LGBTİ bireylere karşı hoşgörüsüz davranıldığını ifade etmiş ve Devletin gerekli tedbirleri almakta pasif kaldığını belirtmiştir.
Tüm bu açıklamalar ışığında ifade etmek isteriz ki, İstanbul sözleşmesinden çıkılmalı ve sözleşmeye istinat ederek çıkarılan 6284 sayılı kanun derhal yürürlülükten kaldırılmalıdır. Toplumun ahlaki yapısı her geçen gün çökmekte ve “kadına karşı şiddet” kavramı altında her türlü sinsi oyun icra edilmektedir. Hukukçularımızın ise bu meseleye kör gözlerle bakması, haksızlıkların her geçen gün artmasına sebebiyet vermektedir. Batı, 150 yıllık mücadelesine son hızıyla devam etmekte ve 150 senelik aldanışımız aynen devam etmektedir. Tarih, bugün olduğu gibi yarın da aldanmışları ve aldatmışları yazacaktır. Aldananlardan olmamak dileğiyle…
Hazırlayanlar
Av. Mehmet Mustafa ÖZÜNVER
Yakup ÖZÜNVER